BARIŞ
MANÇO’ YU DÜŞÜNÜRKEN…
ORHAN ÖZTÜRK
Erzincan Vali Yardımcısı
“Unutma ki dünya fani, veren Allah alır canı, ben
nasıl unuturum seni, can bedenden çıkmayınca…”
Fani alemden baki aleme
yolculadığımız Rahmetli Barış Manço sonsuzluğa olan hasretin, arayışın
müşahhas alemdeki tezahürleri demek olan sanat dünyasının hatırı sayılır müntesiplerinden birisi idi.
Biz onu son derece şahsiyetli, seviyeli, pozitif enerji yayan, erkek gibi bir erkek, adam
gibi bir adam olarak hatırlayacağız artık. O iyi adamların beyaz atlara binip
gittiğini gören, “beyaz atlı şimdi geçti buradan” diyerek nefis bir şarkısında
da etrafına bunu haber veren nasipli ve iyi birisiydi. Her fani kula nasip olmayan pek
çok mazhariyetlere kavuşmuştu. Şahsî kanaatimce bu muktesebatın en büyüğünü terennüm etmek vicdanî bir borcumdur.
Andrew Finkel, Leydi
Diana’nın ölümünün akabinde yazdığı bir makâlesinde ilginç bir sual
sormaktadır. Cenaze törenine üç milyon insanın katıldığı Leydi Diana benzerinde
olduğu gibi – ki aşklarıyla, aşırılıklarıyla, kraliyet ailesinin yerleşik
kurallarına karşılıkları yanında toplumun arka yüzüyle yoksul ve mağdur
insanlarla olan samimî irtibatlarının, gösterdiği sosyal sorumluluk şuuruna da sahip
oluşuyla da meşhurdu – Türk toplumunda sevilen, ölümüne üzülünen, toplumun her
kesimi tarafından kucaklanabilen, cenazesinde de milyonları KENDİLİĞİNDEN bir araya
getirebilen ve GETİREBİLECEK OLAN kaç kişi vardır, diyor.
Rahmetli Özal’ın, Zeki Müren’in ve bir ölçüde de
Türkeş’in, Kahveci’nin, Mumcu’nun cenaze törenlerine Türk milletinin
gösterdiği teveccühten, hali hazır yaşayan sanatçı, siyasetçi, devlet adamı ve
bürokrat, bilim ve fikir erbabımızın alacağı pek çok dersler vardır. Türk
toplumunun kaderinin, bir gün dünyasının belir lenmesinde
stratejik öneme haiz bu neverbabımızın
nasıl olsa gelecekleri musalla taşından önce kendisine dönüp bakmasını, toplum ve
tarih nazarında kendine check-up yapmasına ihtiyaç vardır.
Neden bizde Batı’dakine benzer şekilde toplumunu kucaklayabilen insan çok az sayıda çıkabilmektedir?
Ayrı dinlere, ayrı dillere ancak müşterek bir tarihe sahipliği sayesinde millet
olabilmiş toplumumuzda bir insan hangi şartlarda sembolleşebilmektedir? Eğittiğini
irfan ölçülerinde kaybeden, evrensel ölçülerde çağdaşlığı, demokrasiyi
hazmedememiş çatışmalar, huzursuzluk sebebi olan sanat, siyaset, bilim ve devlet
adamı ağırlığını zerre miktarınca taşıyamayan insanlarla mı yeni bir toplum
inşa edeceğiz? Bu tereddüte mevcudata bakarak değil, halipür
melalimize bakarak varıyorum. Melali anlamayan nesle ve hüzne
aşina değiliz diyemeyeceğimize göre bu sualler erbabının cevaplarını
beklemektedir.
Yüksek tansiyonun, prim yapan ve rant sağlayan gerilimin, çatışma
ve kutuplaşmaların hızlandığı, kamplaşma ideolojisinin yaygınlaştığı ülkemizde müşterek kabul görme
mazhariyetinde sanatçılarımız nedense daha ön planda gelmektedir. Bunda herhalde
sanatın ortak bir dil olmasının önemli bir payı vardır. Bu arada bürokrat ve
siyasetçi kimliği ile Özal’ın müstesna yerini belirtirken Mumcu’yu da unutmamak
şarttır.
Türk halkı hayattayken ölümünden sonrakine benzer yüksek
teveccüh göstermemekle beraber bu insanlara ölümüyle beraber yine gönülden sevginin
kaynaklandığı üzüntüsüyle gözyaşı döküyor. İşin sırrı bunların önemli
yerlerde veya önemli olmaları ise, bugün
önemli yerlerde bulunan pek çok kimsenin de aynı sevgi sağanağına maruz
kalmayacağını da görmemek zordur. Çetin Altan’ın ifadesiyle, önemli olmayan bazı
değerli insanların da benzeri mazhariyete ulaşamadıkları da bir gerçektir. Öyleyse
işin sırrı nerede?
Cemil Meriç’in ifadesiyle Türk aydını başka hülyalara dalmış
trajik bir tiptir. Halk bu hakikatı “ben ne söylirem, tamburam ne söyliyir.” diye
basitçe ifade etmektedir. Devşirilmiş ve yeniçerileştirilmiş, dolayısıyla sürekli
kendi halkını vurmaya programlı okur -yazar taifemiz Manço gibilerini nasıl üretebilecektir?
Sosyolog ve fikir erbabınca ifade edilen, devletmillet ayrılığını dünyadan kopuk
aydınlarımızın gafleti ve kifayetsizlikleri, dünyadan kopuklukları sonucu olarak
ortaya çıkan kavram anarşisi, ortak gönül ve fikir bağlarını sürekli
zayıflatmakta, toplumda çağdaşlaşma, gelişme ve kalkınma çabalarını baltaladı
ğı gibi köprüler sürekli atılmaktadır.
Kişiler ve kurumlar haklı olarak girdikleri çatışma ve
gerilimleri ile Türkiye’yi basitleştirmekte ve sıradanlaştırmakta, haklı haksız
ülkesine zarar vermektedirler. Cehenneme giden yolda iyi niyet taşları döşelidir.
Fikrî ve sosyolojik temellerden yoksun siyasetle bürokratik yapılanmaların Türkiye
Cumhuriyeti D evleti
için en vahim sonucu iddiasız, hedefsiz kendine güvenini kaybetmiş, kompleksli ve
dünyaya kapalı bir toplum yapısını ortaya çıkarmasıdır.
Böyle bir toplumda dünya çapında sanatçı, siyasetçi, ilim,
fikir ve devlet adamı ortaya çıkamaz. Problem çöz me yeteneğini kaybetmiş bir toplum, sesini dünyada
duyuracak güçlü sözcülerinİ de üretemez, yetiştiremez.
İnsanını küçük görmeyen, halkını yargılamaya değil anlamaya
çalışan, ideolojik katılıklar ve sapmalardan, dinsel ve laik karakterli yobazlıklar dan uzak, komplekslerinden
arınmış, doyumlarını sağlamış, Türk halkının beynine ve gönlüne aynı anda
hitabedebilen rahmetli Manço; tükenmeye yüz tutan güçlü sözcülerimizden birisiydi.
Uyduruktan değil gerçekten devlet ve millet sanatçısı ünvanıyla Japonya dahil ayak
basmadığı yer kalmayan, dünyada Türk milletini temsil
kabiliyetine haiz bir ferdiydi.
Her zaman itidali, ortayolu tercih eden, marjinalikleri herzaman
bünyesinde bulundurmakla beraber bunlara hiçbir zaman prim vermeyen Türk toplumunun, kış günü beyaz giyen zürefanın düşkünü
olmayacak ahenk ve kıvamdaki zerafetiyle ve beyefendiliğiyle gururdan, kibirden uzak
müstesna bir ferdini kaybettik. Hiçbir zaman toplumumuzun telkin tablosunu bozmaya
yönelik bir hareketi ve sözü olmadı. Kötüyü ibret alınsın gizli teşvik
şeklindeki örnekleme adı altında primlendirmedi.
Ancak esas üzüleceğimiz ve ağlayacağımız husus rahmetli
Manço’nun ölümünden çok, halkla kucaklaşmayı başarabilmiş, halkın gönlünde
ve beyninde taht kurabilen, peşinden gitmeye değer, diline, gönlüne ve fikrine hem
aşina hem ortak yeni Barış Mançoları, Turgut Özalları, Atatürkleri yetiştirecek
ortamın, toplumsal iklimin sosyal sorumlukların tedricen yozlaşmasıdır.
Kaybolmasından daha beter bir durumdur bu… Kaybolanın tekrar bulunması mümkündür
ama cıvıklıktan, yozluktan vakar, asalet, şahsiyet ve karakter çıktığına tarih
hiç şahit olmamıştır. |