sayı 5-6

Ekonomik Özgürlük Kavramı

Barış Manço'yıu Düşünürken

Sinema

"Sivil özgürlük" süz "Siyasal Özgürlük"! Olur mu?

Bülbül

Kadın ve Taciz

Nefes alacağınız son oksijende tükenirken

Vahşetin Belgeseli

Ne Yapacağını Bilememek

Türkiyenin Konumu

Haymatlos

Yalancı Masumiyet

Hangi laiklik

E-Deneme


ANASAYFA

e@mail

 

SİNEMA

H.K.K.

Merhaba sevgili okuyucularım. Öncekine göre çok daha kısa bir ayrılıktan sonra yine beraberiz; şükür kavuşturana.

Geçenlerde bir sempozyuma katılmak için iki günlüğüne İstanbul’a gitmiştim. İki gün sürecekti sempozyum; cumartesi ve pazar günü konuşmamı yapıp pazar akşamı Ankara'ya dönmeyi plânlamıştım. Ancak sempozyum bittiğinde plânımı biraz değiştirip, ne zamandır gelmediğim İstanbul’da bir gün daha kalmaya karar verdim; o çok sevdiğim Boğaz manzarası eşliğinde çay içmeden dönmek olmazdı doğrusu.

Ertesi gün öğleden sonra çıktım otelden ve doğruca Beyazıt’taki sahaflarda aldım soluğu;İstanbul’a geldiğimde hep yaptığım diğer bir şey de sahafları gezmektir. İki saate yakın bir süre dükkânların birinden çıkıp öbürüne girmekle geçti. Aslında farkında değildim zamanın, ancak genç bir bayan, çıktığım dükkândan diğerine yönlendiğim esnada içinde bulunduğum hoşnutluk bulutunu aralayıp “Afedersiniz, saatiniz kaç acaba?” diye sorunca kendime geldim. Saat beşe geliyordu; sahaflardan gönülsüz de olsa ayrılıp, Boğaz’a nazır çay keyfini sürmek için deniz kenarına doğru yönlendim.

Kafenin dışarıdaki masalarından birine oturup da karşıma Boğaz’ın narin narin süzülen görüntüsünü alınca, bir başka bulut kümesinin yavaş yavaş, okşaya okşaya beni sarmakta olduğunu hissetmeye başlamıştım. Bir elimde çay, ötekinde sigara, karşımda Boğaz, değmeyin keyfime. Ammavelâkin bu keyif anımda pek uzun sürmedi. “Vay! Üstadım, hangi rüzgâr attı seni buralara?” cümlesi eşliğinde yaklaşık bir senedir görmediğim bir arkadaşım beni bulutların içinden çekip çıkardı.

Buyur ettim masaya tabiî, biraz isteksiz. Ancak, dostumun sinema eleştirmeni olduğunu hatırlayınca bu isteksizliğimin yerini sinema üzerine söyleyeceklerinin, Serbest Çizgi’ye yazacağım yazı için iyi bir kaynak olacağı fikrinin gözlerimde oluşturduğu ışıltı aldı.

Beş on dakika hoş beşten sonra, kolladığım fırsatı yakalayıp can alıcı soruyu sordum: “Oskarlar da dağıtıldı. Sen ne düşünüyorsun bu konuda? Ödül töreni diğerlerine nisbetle daha hareketliymiş televizyondan gördüğüm kadarıyla…” “Haklısın” dedi dostum, “ne de olsa bir Avrupa filmi iki büyük ödül birden aldı; hemen farkettiriyor kendini tabiî” diye devam etti. Söylediğine göre, bir Avrupa filminin trilyonluk Hollywood filmlerinin arasından sıyrılıp çıkması bayağı olay olmuş; özellikle Türkiye’de. Tabiri caizse, sevinç çığlıklarıyla karşılamış bu hadiseyi, sinema eleştirmenlerinin çoğu. Emperyalist ve kapitalist Amerika’nın resmî yayın organı, propaganda vasıtası, diğer ülke insanlarını uyuşturup onların uyanmasına mani olması için kullandığı en etkili araç olarak gördükleri Holly wood’un canına ot tıkayan bu filmi perestişkâr bir edayla selamlamışlar. Bu film; filme harcanan paranın çok fazla olmasının o filmin değerini yükselteceği fikrine karşı verilmiş en iyi cevapmış, görüntü ve ses efekti olmadan da film yapılacağını göstermiş Hollywood’a. “Zafer ilân edenler bile vardı” dedi dostum, Hollywood’un gardının düştüğünü, yakın zamanlarda havlu atacağını düşünüp daha fazla beklemeden hükmen mağlubiyetini ilân edenler bile varmış aralarında.

“Ancak, şunu da kabul etmek lâzım” diye anlatmaya başladı. Hollywood bitmişti ama Avrupa sinemasının da öyle dimdik ayakta durduğu söylenemezmiş. Kapitalizm Avrupa’da da nüfuzunu arttırmış; Hollywood benzeri filmler orada da çekilmeye başlanmış; Avrupa’da da insanlar para kazanmanın envai çeşit yolunu arıyorlarmış, tek amaçları varmış o da daha çok para kazanmakmış; ne yaptıklarını bilmiyorlarmış, otomatikleşmişlermiş, yabancılaşma had safhadaymış; bireysellik maskesini ustaca kullanıp sessiz sedasız ilerleyen bencillik bütün Avrupa’yı kucağına almış pış pışlıyormuş. “Durum pek iç açıcı değildi senin anlayacağın, ama savaşı kaybetmek gibi bir durum sözkonusu değildi; bilirsin bizler öyle kolay pes etmeyiz” diye devam etti. Çok şükürmüş ki, Almanya’da, İngiltere’de, İtalya’da Sosyal Demokratlar gelmiş iktidara. Bu da Avrupa’nın daha düşmediğini, direndiğini gösteriyormuş. Ancak yine de Avrupa tek başına mücadele edemezmiş Hollywood’la. Birkaç cephe birden açılmalıymış.

“Bu cephelerden birisi neden Türkiye olmasın diye düşündük” dedi dostum umut dolu gözlerle. Zaten hissedilir, hatta görülür bir gelişme, iyileşme varmış Türkiye sinemasında da. Yeni yönetmenler, genç ve devrimci yönetmenler istikbâl vadeden filmler çekiyorlarmış; yabancılaşmamış, insancıl, demokratik vs. filmler. Hayâl değilmiş bu, çok çalışma gerektiren bir mücadeleymiş, yılmadan, usanmadan çalışmak gerekliymiş.

“Fakat” dedi dostum ama devamını getiremedi. Omzuna dokunan bir el onu kendine getirdi. “Hoş geldin güzelim” dedi gülümseyerek, bir taraftan ayağa kalkmak için hareketlendi. “Çok bekletmedim değil mi?” dedi kadın. “Hayır, aslında iyi de oldu, Hoca’yla lafladık biraz” diye cevapladı dostum ve bana bakıp elini uzattı tokalaşmak için, “Hocam izninizle” dedi tokalaşırken. “Estağfurullah” dedim “müsaade sizin. Tekrar görüşürüz inşallah”. “Görüşmek üzere Hocam” dedi dostum ve ayrıldılar yanımdan.

Arkalarından bakarken bir yandan Boğaz keyfimi sürmeme mani olduğu için dostuma kızmak geçiyordu içimden, bir taraftan da Serbest Çizgi’ye yazabileceğim bir konuda söyledikleriyle bana yardım ettiği için peşinden koşup defalarca teşekkür etmek. Ama hiçbirini yapmadım. Bir bardak daha çay isteyip kızıla koşan Boğaz sularını siyah bir pelerin sarıncaya dek seyrettim…