SİNEMA
H.K.K.
Merhaba
sevgili okuyucularım. Öncekine göre çok daha kısa bir ayrılıktan sonra yine
beraberiz; şükür kavuşturana.
Geçenlerde bir sempozyuma katılmak için iki günlüğüne
İstanbul’a gitmiştim. İki gün sürecekti sempozyum; cumartesi ve pazar günü konuşmamı yapıp pazar akşamı
Ankara'ya dönmeyi plânlamıştım. Ancak sempozyum bittiğinde plânımı biraz
değiştirip, ne zamandır gelmediğim İstanbul’da bir gün daha kalmaya karar verdim;
o çok sevdiğim Boğaz manzarası eşliğinde çay içmeden dönmek olmazdı doğrusu.
Ertesi gün öğleden sonra çıktım otelden ve doğruca Beyazıt’taki sahaflarda aldım
soluğu;İstanbul’a geldiğimde hep yaptığım diğer bir şey de sahafları gezmektir.
İki saate yakın bir süre dükkânların birinden çıkıp öbürüne girmekle geçti. Aslında farkında
değildim zamanın, ancak genç bir bayan, çıktığım dükkândan diğerine
yönlendiğim esnada içinde bulunduğum hoşnutluk bulutunu aralayıp “Afedersiniz,
saatiniz kaç acaba?” diye sorunca kendime geldim. Saat beşe geliyordu; sahaflardan
gönülsüz de olsa ayrılıp, Boğaz’a nazır çay keyfini sürmek için deniz
kenarına doğru yönlendim.
Kafenin dışarıdaki masalarından birine oturup da karşıma
Boğaz’ın narin narin süzülen görüntüsünü alınca, bir başka bulut kümesinin
yavaş yavaş, okşaya okşaya beni sarmakta olduğunu hissetmeye başlamıştım. Bir
elimde çay, ötekinde sigara, karşımda Boğaz, değmeyin keyfime. Ammavelâkin bu keyif anımda pek uzun
sürmedi. “Vay! Üstadım, hangi rüzgâr attı seni buralara?” cümlesi eşliğinde
yaklaşık bir senedir görmediğim bir arkadaşım beni bulutların içinden çekip çıkardı.
Buyur ettim masaya tabiî, biraz istek siz. Ancak, dostumun sinema eleştirmeni olduğunu
hatırlayınca bu isteksizliğimin yerini sinema üzerine söyleyeceklerinin,
Serbest Çizgi’ye yazacağım yazı için
iyi bir kaynak olacağı fikrinin gözlerimde oluşturduğu ışıltı aldı.
Beş on dakika hoş beşten sonra, kolladığım fırsatı yakalayıp
can alıcı soruyu sordum: “Oskarlar da dağıtıldı. Sen ne düşünüyorsun bu
konuda? Ödül töreni diğerlerine nisbetl e daha hareketliymiş televizyondan gördüğüm kadarıyla…”
“Haklısın” dedi dostum, “ne de olsa bir Avrupa filmi iki büyük ödül birden
aldı; hemen farkettiriyor kendini tabiî” diye devam etti. Söylediğine göre, bir
Avrupa filminin trilyonluk Hollywood filmlerinin arasından sıyrılıp çıkması
bayağı olay olmuş; özellikle Türkiye’de. Tabiri caizse, sevinç çığlıklarıyla
karşılamış bu hadiseyi, sinema eleştirmenlerinin çoğu. Emperyalist ve kapitalist
Amerika’nın resmî yayın organı, propaganda vasıtası, diğer ülke insanlarını
uyuşturup onların uyanmasına mani olması için kullandığı en etkili araç olarak
gördükleri Holly wood’un canına ot tıkayan bu filmi perestişkâr bir edayla
selamlamışlar. Bu film; filme harcanan paranın çok fazla olmasının o filmin değerini yükselteceği fikrine karşı
verilmiş en iyi cevapmış, görüntü ve ses efekti olmadan da film yapılacağını
göstermiş Hollywood’a. “Zafer ilân edenler bile vardı” dedi dostum,
Hollywood’un gardının düştüğünü, yakın zamanlarda havlu atacağını düşünüp daha fazla beklemeden hükmen
mağlubiyetini ilân edenler bile varmış aralarında.
“Ancak, şunu da kabul etmek lâzım” diye anlatmaya başladı.
Hollywood bitmişti ama Avrupa sinemasının da öyle dimdik ayakta durduğu
söylenemezmiş. Kapitalizm Avrupa’da da nüfuzunu arttırmış; Hollywood benzeri filmler orada da çekilmeye
başlanmış; Avrupa’da da insanlar para kazanmanın envai çeşit yolunu
arıyorlarmış, tek amaçları varmış o da daha çok para kazanmakmış; ne
yaptıklarını bilmiyorlarmış, otomatikleşmişlermiş, yabancılaşma had
safhadaymış; bireysellik maskesini ustaca kullanıp sessiz sedasız ilerleyen bencillik
bütün Avrupa’yı kucağına almış pış pışlıyormuş. “Durum pek iç açıcı
değildi senin anlayacağın, ama savaşı kaybetmek gibi bir durum sözkonusu değildi; bilirsin bizler öyle kolay pes
etmeyiz” diye devam etti. Çok şükürmüş ki, Almanya’da, İngiltere’de,
İtalya’da Sosyal Demokratlar gelmiş iktidara. Bu da Avrupa’nın daha düşmediğini,
direndiğini gösteriyormuş. Ancak yine de Avrupa tek başına mücadele edemezmiş
Hollywood’la. Birkaç cephe birden açılmalıymış.
“Bu cephelerden birisi neden Türkiye olmasın diye düşündük”
dedi dostum umut dolu gözlerle. Zaten hissedilir, hatta görülür bir gelişme,
iyileşme varmış Türkiye sinemasında da. Yeni yönetmenler, genç ve devrimci
yönetmenler istikbâl vadeden filmler çekiyorlarmış; yabancılaşmamış, insancıl,
demokratik vs. filmler. Hayâl değilmiş bu, çok çalışma gerektiren bir
mücadeleymiş, yılmadan, usanmadan çalışmak gerekliymiş.
“Fakat” dedi dostum ama devamını getiremedi. Omzuna dokunan bir
el onu kendine getirdi. “Hoş geldin güzelim” dedi gülümseyerek, bir taraftan
ayağa kalkmak için hareketlendi. “Çok bekletmedim değil mi?” dedi kadın.
“Hayır, aslında iyi de oldu, Hoca’yla lafladık biraz” diye cevapladı dostum ve
bana bakıp elini uzattı tokalaşmak için, “Hocam izninizle” dedi tokalaşırken.
“Estağfurullah” dedim “müsaade sizin. Tekrar görüşürüz inşallah”.
“Görüşmek üzere Hocam” dedi dostum ve ayrıldılar yanımdan.
Arkalarından bakarken bir yandan Boğaz keyfimi sürmeme mani olduğu
için dostuma kızmak geçiyordu içimden, bir taraftan da Serbest Çizgi’ye
yazabileceğim bir konuda söyledikleriyle bana yardım ettiği için peşinden koşup
defalarca teşekkür etmek. Ama hiçbirini yapmadım. Bir bardak daha çay isteyip
kızıla koşan Boğaz sularını siyah bir pelerin sarıncaya dek seyrettim… |