ALTERNATİF ENERJİ
KAYNAKLARI ÜZERİNE
Barış DEMİRHAN
Türkiye'de gündemden düşmeyen
konulardan biri enerji açığı ve buna paralel olarak daha çok olumsuz yönde
eleştirilen nükleer santrallerdir. Eleştiriler daha çok çevrecilerin
bazıları tarafından klişe sözlerle yapılmakta, sonuçta asıl sorun ve çözümü
unutulmaktadır. Doğru olan tutum ise hangi enerji kaynağının ne kadar iyi, hangisinin
ne kadar kötü olduğunun sıfatlarla anlatılmasından ziyade bunların çevreye olan
zararlarının karşılaştırılmasıdır. Soruna bu çerçeveden bakarsak çözüme daha
çok yaklaşacağız.
Enerji kaynakları genel olarak
"yenilenebilir" ve "yenilemez" olarak ikiye ayrılmaktadır.
Yenilenebilir enerji kaynakları su, güneş, rüzgar, dalga enerjisi, jeotermaldir.
Yenilenemeyen enerji kaynakları ise kömür, petrol, doğalgaz ve nükleer santrallerin
hammadesi olan uranyum ve toriniumdur. Bu ayrımda önemli olan nokta, yenilenebilir
enerji kaynaklarının evrensel açıdan olumsuz etkilerinin olmaması, yenilenemez enerji
kaynaklarının ise kirlilik ve tehlikelilik oranının yüksek olmasıdır. Bu, genel
olarak böyle ifade edilse de tartışmaya açık bir konudur.
Öncelikle ifade etmek gerekir ki,
dünyanın herhangi bir yerinde bir enerji açığı varsa, bunun bilinen ve mümkün olan
en iyi yöntemle giderilmesi gerekmektedir. Türkiye'de bir enerji sıkıntısının
olduğu bilinmektedir. Bu en son 1997 sonbaharında Başbakan Mesut Yılmaz'ın
"elektrik kesintisinin yaşanabileceği" şeklindeki açıklamasıyla
doğrulanmıştır. Yetkililer 2010 yılında elektrik kesintisinin yaygın olacağını
söylemektedirler. Aslında günümüzde gizli elektrik kesintileri yaşanmakta
geceleri belli bölgelerde elektriğin kesildiği ifade edilmektedir. Bu gizli kesintiler,
Doğu Anadolu Bölgesi gibi yerlerde gündüz de yapılmakta ve bu durum bir latife ile
(beyaz eşya tamircileri para kazanmak için yapıyorlar) geçiştirilmektedir.
Şimdi enerji açığının olduğunu
kabul ederek bilinen enerji kaynaklarının olası zararlarını tartışalım ve önce
çevreye zararların az olduğu savunulan yenilenebilir enerji kaynaklarından
başlayalım:
Güneş enerjisi ülkemizin daha
çok güney kesiminde kullanılmaktadır. Çok yaygın olmakla beraber, artık iç
bölgelerimizde de pazarlanmaya ve kullanılmaya başlanmıştır. Aslında bu enerji
kaynağı evlerin çatılarına yapılan küçük tesisler şeklinde anlaşılırsa sadece
sera etkisi yaptığı düşünülmektedir. Ama olaya daha geniş bakarsak, bir elektrik
enerjisi santralinin yapımı için üç unsura (cam, ayna, çelik) ihtiyaç
duyulmaktadır. Dikkat edilirse bu üç unsurun üretimi için, ayrıca bir enerji
gereksinimi olacak ve bu gereksinim genelde "kömür" kullanılarak
karşılanacaktır. Kömür ise çıkarılma esnasında çevreyi tahrip etmekte ve
yakıldıktan sonra çevreye kül, ağır metaller bırakmaktadır. Küçük bir
kıyaslama yaparsak, bir güneş enerjisi istasyonunun yapımı için gerekli olan çelik
miktarı, aynı büyüklükteki bir nükleer santralin yapımı için gerekli
olanın yaklaşık yüz katı kadardır. Bu ise daha çok çevre tahribi demektir.
Diğer bir yenilenebilir enerji kaynağı
olan su (hidroelektrik santralleri) ise çevreye en zararsız olarak düşünülmesine
rağmen, iklimi değiştirdiği ve depreme yol açtığı savunulmaktadır. Deprem
konusu, yani suyu toplandığı alanlarda yer hareketlerine neden olması hala tartışma
halindedir. İklim değişikliği halk tarafından iyi olarak algılanmakla beraber
(yağışları arttırır, yumuşatıcı etki yapar) baraj çevrelerinde bitki ve hayvan
türleri üzerindeki olumsuz etkileri vardır. Ayrıca doğal su yatakları ve hayvan
barınakları olarak görülen alanlar baraj yapımı nedeniyle dengesini yitirmekte,
büyük rakamlarla ifade edilen hayvan ölümlerine ve soylarının tükenmesine neden
olmaktadır. Doğal yaşam alanlarının baraj yapımı nedeniyle yok olduğu Türkiye'de
de örneklenmiştir. Halk bilincinde baraj iyi bir simgedir, ayrıca baraj sonrası yöre
halkı balıkçılık gibi yeni gelir kaynaklarına kavuşturmaktadır. Bataklık, sazlık
gibi alanlar ise kötü bir simgedir. Oysa dünyada meydana gelen karbondioksitin
bataklık ve sazlık gibi alanlar tarafından emildiği unutulmamalıdır. Global çevre
dengesi açısından bu alanlar önemlidir.
"Jeotermal enerji, dalga enerjisi,
rüzgar enerjisi" ise ülkemizde yaygın olarak kullanılmaktadır. Gelecekte,
enerjide yerelleşme olarak ifade edilen "küçük istasyonlarla yerel enerjinin
karşılanması" alanında adım atılması gerekir. Açık olarak belirtmek
gerekirse bu alan üzerinde çalışılması gereken bir konudur. Şu aşamada net bir
yorum yapmak güçtür; ama bu kaynaklardan da yararlanılması (en azından yerel
anlamda) anlamlıdır.
Şimdi konuya bir de kirlilik ve tehlikelilik
oranı yüksek olan kaynaklar açısından bakalım:
Yenilenemeyen enerji kaynaklarından olan
termik santraller oldukça tartışmalıdır. Nükleer santral taraftarlarına
göre, termik santrallerin çevreye zararlarını karşılaştırabilecek bir diğer
enerji kaynağı yoktur. Özellikle nükleer santrallerle karşılaştırılması
son derece yanlıştır. Bilindiği gibi, termik santrallerde linyit kömürü
kullanılmaktadır. Türkiye'de kullanılan linyit kömüründe yüksek miktarda
kükürtdioksit ve zararlı bakteriler bulunmaktadır. Bu nedenle, Soma ve Yatağan'daki
termik santrallerde yanma verimliliği oldukça düşüktür. Termik santrallerden çıkan
gaz (kükürtdioksit, karbondioksit, karbonmonoksit, kadmiyum, civa, kurşun, paritkül
madde), sıvı, katı atıklar canlı her şeye zarar vermektedir. Bu zararların
azaltılması için katalitik filtreler ve elektrofiltreler (ağır metaller için)
kullanılması gerekmektedir. Ülkemizde bu filtreler genel olarak kullanılıyor
görünümündedir. Ama özellikle Soma'daki termik santrallerde staj yapan öğrencilerin
ifadelerine göre ve çoğu kez uyarmalarına rağmen geceleri elektrofiltreler
çalıştırılmamaktadır. Böylece çevreye kanserojen etki yapılmaktadır.
Aslında çevrecilerin bu alanda göstermeleri gereken tepki maalesef nükleer santraller
konusunda nasibini bulmuştur.
Çevrecilerin, bu aşamada en çok
başvurdukları savunmalardan biri, "Termik santrallerin yasalara uygun
işletilememesi nedeniyle, nükleer santrallerin de yasalara uygun
işletilemeyeceğidir." Böyle bir çıkarım ise termik santrallerin hala olası
zararlarını kabul edilmesi ya da unutulması anlamına gelmektedir. Yani çevreciler
"Tamam, o zararlı ama, bari bir başka zararlı santral kurulmasın" diye
düşünmektedirler. Oysa nükleer santraller iyi bir teknoloji kullanılırsa
çevreye olan zararları termik santrallerden çok çok azdır. Örneğin,
Fransa'da, ABD'de de 20 yıl atıksız santraller mevcuttur. Fransa tüm enerji
tüketiminin %78'ini, İsveç %50'sini, ABD ise %30'unu termik santrallerden
karşılamaktadır.
Yazının başında bazı çevrecilerin nükleer
santralleri klişe sözlerle eleştirdiklerini belirtmiştim. Ama diğer grup
çevreciler, Türkiye'nin önümüzdeki yıllarda yaşayacağı enerji açığının
farkında. Dolayısıyla bu açığın nasıl kapatılması gerektiği hususunda daha
bilinçli davranmaktadırlar. Bu grup direkt olarak nükleer santrallere karşı
çıkmaktan ziyade santral yapımında kullanılacak teknolojinin özelliklerine eleştiri
getirmektedirler. Onlar bazı çevrelerin sırf kar etmek güdüsüyle hareket edeceğini
ve yeni teknoloji ithal edilmeyeceğine inanmaktadırlar. Bu endişe Sovyetler'deki
Çernobil istasyonunun kimyasal sızıntı yapması nedeniyle Türkiye'de yaşanılan
sıkıntıları hatırlatmaktadır. Çünkü dünyada nükleer santral
teknolojisinde iyi örnekler olduğu gibi, "Kazakistan, Ermenistan" gibi
kötü örnekler de mevcuttur. Bunlara kötü örnek denilmesinin nedeni, yapımında
iyi teknoloji kullanmamaları ve bir deprem anında atom bombası görevi göreceklerinin
düşünülmesidir. Aslında bu tehlikenin olduğunu doğrulamakla beraber yine klışe
eleştirilerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, nükleer santrallerde
eğer uranyum kullanılacaksa, bir reaktörde %20 uranyum bulunmaktadır. Oysa bir atom
bombasında uranyum oranı %99.9'dur.
Kazakistan'daki nükleer santrallerle
Türkiye'nin ilgisi ise ülkemizde kurulması düşünülen Akkuyu Nükleer Santralinin
yapımının bu ülkeden bir şirkete verileceği ile ilgili haberden dolayıdır. Oysa
bunun doğru olmadığı Akkuyu Nükleer Santrallerinin ihalelerine
katılamamaları nedeniyle yanlışlanmıştır.
Nükleer santraller konusunda bir
diğer nokta, bu konudaki çalışmaların halka duyurulmamasıdır. Halk kendisinden
bazı şeyleri saklandığını (özellikle Akkuyu çevresindeki köylüler) ve bu
saklanılan şeylerin kendilerine büyük zararlar vereceğini düşünmektedir. Oysa tüm
dünyada ve ülkemizde nükleer santralin yapılabilmesi için bazı özellikler
aranmaktadır. Bunlar sağlanmadığı taktirde santralin kurulması anlamsız ve
tehlikelidir. Yani bir yere nükleer santral yapılması düşünülüyorsa orada
öncelikle jeolojik araştırmalar yapılmaktadır; santralin kurulacağı yere fay
hattından, yerleşim birimlerinden, ana karayollarından, hava hatlarından, askeri
bölgelerden uzak olması, o yörede soyu tükenme tehlikesi olan bir canlının
olmaması, deniz suyunun gerekli soğuklukta olması gibi... Bu özellikler sağlanmazsa
zaten saha lisansı verilmemektedir. Ülkemizde Akkuyu ile ilgili araştırmalar
yapılmış, saha lisansı alınmış ve Haziran 1998'de ihalesinin yapılacağı karara
bağlanmıştır. Gelişmeleri hep beraber göreceğiz.
Son olarak, yenilenemeyen enerji
kaynaklarından petrol ve doğal gazın çevreye olası zararlarına bakalım:
Petrol; çıkarılması, rafine edilmesi,
taşınması ve depolanması sırasında çevreye zarar vermektedir. Hemen hemen tüm
motorlu araçlarda petrol kullanılmakta ve yanması sonucu hava kirliliğine neden
olmaktadır. ABD'de hava kirliliğinin %60'ı otomobillerden çıkan zehirli gazlar
sonucunda oluşmaktadır.
Doğal gaz ise diğerlerine göre temiz
bir yakıttır. Yanması sonucunda karbondioksit ve su buharı yan ürün olarak
çıkmaktadır. Ama taşınması ve kullanılması sırasında yangın tehlikesi
vardır. Türkiye petrol ve doğal gaz yatakları bakımından fakir bir ülkedir,
dolayısıyla dışa bağımlıdır. Bu kaynakların kullanımından bu aşamada pek
vazgeçilmemektedir. Özellikle doğal gaz konusunda tek bir ülkeye (Rusya) bağımlı
olmamak gerekir. Çünkü, uluslararası ilişkilerdeki aşırı gerginlik durumlarında
doğal gazın kesileceği tehdidi savunulmaktadır.
Aslında nükleer santralleri
Türkiye açısından cazip kılan şey Türkiye'nin dünya torinium kaynaklarının
%10'una sahip olmasıdır. Türkiye'nin dünya ekonomisine katkısı ise %1 olarak ifade
edilmektedir. Bu nedenle bazı araştırmacılar torinium yataklarımızın işletilmesi
sonucunda ekonomik birçok sorunun halledilebileceğini savunaktadır. Ayrıca kurulacak
bir nükleer santral ile dışa bağımlı olmamız da Türkiye lehine bir gelişme
olacaktır. Uranyum yataklarımız ise çok fazla değildir. Sivrihisar 380 bin ton
uranyum bulunduğu ve bunun iki reaktöre ömür boyu yeteceği düşünülmektedir. Ama
bir yanlış anlamayı önlemek için bir hususu belirtmekte yarar var: Türkiye bu
kaynaklarını işletecek bir teknolojiye henüz sahip değil.. Bu nedenle, Akkuyu'daki nükleer
santralde kullanılacak işlenmiş uranyum veya torinium dışarıdan ithal
edilecektir. Zamanla bu ihtiyacın kendi kaynaklarımızdan karşılanması GSMH
açısından anlamlı olacaktır.
Görüldüğü üzere yanan her
şey çevreye bir şekilde zarar vermektedir. Ama önemil olan bu zararın minimum
düzeye çekilmesidir. Türkiye'nin önümüzdeki yıllarda (artan nüfusa paralel olarak)
enerji açığı iyice su yüzüne çıkacaktır. Dolayısıyla elimizdeki tüm
kaynakları en etkili şekilde kullanmak durumundayız. Termik santrallerin yasalara uygun
işletilmemelerinden dolayı kapatmak nasıl çözüm değilse, nükleer santrallerin
de açılmalarına karşı olmak çözüm değildir. Termik santraller konusunda
yapılacak olan şey elektro filtrelerin her zaman çalıştırılması, yeni yakma
teknolojilerinin kullanılması (yoğunlaştırılmış gaz kazanları) kömürün
içindeki kükürt ve zararlı bakteriler ayrıştırıldıktan sonra yakılması, bazı
kimyasal ilaçların kullanılmasıdır. Nükleer eneji istasyonları konusunda ise
Türkiye en iyi teknolojiyi ithal etmeli, bu konuda hiçbir maliyetten kaçınmamalıdır.
İstasyon maliyeti kısa dönemde büyük görülebilir, fakat uzun dönemde Türkiye'nin
lehine olacaktır. |