sayı 2-3

Ahlakın Biyolojik Temelleri"

Türban:Düşünebilen Bir Varlık

Prof.Dr.Naci Bostancı-Söyleşi

Adana ve Adana'nın Ötesi

İbn Haldun

Parlementer Sistem ve Türkiye

Renklere Dair

Altın Çağ

Türklerde Tiyatro

İnek Politikası


ANASAYFA

e@mail

 

ALTIN ÇAĞ

Şenol KALUÇ

İnsanların geçmiş ile bugünü kıyaslayarak geçmişte kalan bir dönemi kendi bakış açıları ile örnek bir dönem, Altınçağ seçerek bu dönemleri arzu etmeleri veya o düzeye gelinmesini istemeleri oldukça makul bir istektir. Ancak anormal olan durum; bu tür örnek dönemleri kendi subjektif şartlarının dışında algılıyarak bugüne taşıma gayretleridir. Bu efsaneler asırlarca geriye gidebildiği gibi; bireysel olarak insan ömrüyle sınırlanabilecek dönemleri de kapsayabilir. Örneğin insanların “Ah nerede o eski bayramlar” şeklindeki özlemleri aslında bu Altınçağ efsanesinin oldukça basite indirgenmiş bir örneğidir.

Müslümanların Asr-ı Saadet ve Dört Halife dönemini yada daha yakın bir geçmişte Osmanlı İmparatorluğu devrini örnek çağ, Altınçağ kabul etmeleri bu düşüncenin nesilleri de aşan bir örneğidir. Bugün de Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkenin kaderini elinde tutan anlayışın kalıntılarının 1924-1950 arası dönemi arzulamalsrı da bir başka örnek teşkil etmektedir.

Dönem dönem toplumların Altınçağ efsaneleri yaratmaları ve o dönemleri şiddtle arzulamalarının kaynağında toplumsal sorunların patlak verdiği, siyasal çatışmaların arttığı ortamlar ve belki de hepsinden önemlisi bazı grupların kurulu düzenin tehlike sinyalleri verdiği düşüncesiyle hareket ederek tarihi sürece müdahale arzularında yatmaktadır. Bu dönemlerde insanlar geçmişe bakarak kendilerince örnek bir dönemi bugünle kıyaslamakla ve o dönemi bugünün şartları karşısında yeterince sağlıklı bir bakışla değerlendirmeden günümüze taşımak istemektedir. Doğal olarak geçmişte kalan dönemler toplumsal hafızada biraz silikleşmiş ve gerçeklikten uzaklaşmışlardır. Acı ve kötü olaylar dahi zamanın akışıyla birtakım olumlamalar kazanarak pozitif olarak hatırlanabilmektedir. Bu nedenle de Altınçağ arzuları gerçeklikle; rasyonellikle çok az uyuşur ve uyuşma ihtiyacı hissetmez.

Altınçağ efsaneleri toplumların ufuklarını alabildiğine daraltabildiği gibi genişletebilir ve onlara psikolojik olarak güç de verebilir. Bu artı yönüyle Altınçağ efsaneleri toplumların büyük ideallerini dile getirir ve onların gönüllerde yaşamalarını sağlar. Müslümanların İslam'ın ilk çağlarındaki muazzam İslam imparatorluğunu özlemle anmaları ve tekrar o günlere dönmek için çalışmaları; Yahudilerin Kudüs merkezli Büyük Yahudi Devleti hayallerini yaşamak ve yaşama geçirmek için çalışmaları ve Türkiye’nin zararına bile olsa Yunan' lıların Megola İdea’larını gerçekleştirme çabaları buna birer örnek olabilir.

Altınçağ efsanelerinin en çok bilinene, yani Asr-ı Saadet ve Dört Halife Dönemine bir göz atalım: Acaba bu bahsedilen dönem kendi iç ve dış şartları içinde gerçekten bir Altınçağ mıdır? Yoksa O da her tarihi oluşum gibi kendi iç ve dış dinamikleriyle tarihin geride kalan bir safhası mıdır? Tarihi bir iman alanı olarak telakki ettiğimizde ve onu imanımızın kuvvetlenmesi için bir harç olarak gördüğümüzde şüphesiz bahsi geçen dönemi bir Altınçağ olarak görmemiz kolaylaşır. Ancak tarih metodolojisi içinde olaylara ve olgulara baktığımızda bu dönemin kendine has özellikleriyle tarihe mâ l olduğunu ve bugüne kısmi olarak örnek teşkil edebileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yine biz biliyoruz ki, inanç her zaman gerçeklik ile uyuşma ve rasyonel bir izaha kavuşma ihtiyacı duymaz.

Tarihi biraz dikkatli okuduğumuzda Asr-ı Saadet ve Dört Halife Dönemi’ni Altınçağ olarak görmenin biraz abartı olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle bu dönem büyük bir mücadele dönemidir. Ve de İslam peygamberi İslam dönemini kitlelere ulaştırma yolunda hayatını harcamış ve rahat yüzü görmemiştir. Keza O’nun ölümüyle İslam ümmeti içinde ilk ciddi siyasal çekişmeler ve ayrılıklar baş göstermiştir. Elbette ki bu durum o dönemin kendine has özellikleri olmadığı anlamına gelmez, inananlar için Allah Resul’ünün yaşadığı bir dönem şüphesiz bir takım anlamlar içerecektir.

İslamın Altınçağ efsanesinden günümüzde ülkemizde etkim olan bir başka Altınçağ efsanesine geçmek istiyorum. Ülkemizde özellikle 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren yoğun bir şekilde sesini çıkarmaya başlayan Kemalist-Atatürkçü oluşumların Cumhuriyet tarihini 1950’den öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmaları ve 1950 öncesi ülkeyi yöneten CHP eliti, seçkinleri dönemine olan özlemleri üzerinde duracağız.

Cumhuriyet dönemini 1950 öncesi ve sonrası diye ayıranların temel savı şudur:

1950 öncesi ve özellikle Atatürk dönemi Cumhuriyet tarihimizin en parlak dönemleridir. Cumhuriyet devrimlerin ortaya çıktığı; devrim kanunlarının özveriyle uygulandığı, ülkeyi ehil ve seçkin ellerin yönettiği, çağdaşlaşma ve batılılaşma yolunda büyük adımların atıldığı ve ülkenin çehresinin değiştirildiği bir dönemdir. 1950 sonrası dönem ise; bu yönelimden sapışın başladığı, “irtica”nın zaman zaman hortladığı; devrim kanunlarının safha safha geriletildiği; kör, cahil ve mutâsıp kafaların ülkeyi yönettiği bir dönemdir. Onlara göre demokrasiye geçişle birlikte çağdaşlaşmadan sapılmıştır ve ülke tehlikeli bir maceraya doğru sürüklenmektedir. Bunun içinde bu gidişata bir şekilde dur denilmesi gerekmektedir. Çünkü ülke sorunlarının çözümü ortadadır ve hazır bir reçete daha önce yazılmıştır. Kurtuluşun tek yolu bu reçetenin uygulanmasıdır.

Evet ülkede demokrasi olmalıdır ama demokrasi denen şey her ne ise devrim kanunlarına muhalif olmamalıdır. Zira devrim sosyo-ekonomik konularda gereken cevapları içinde barındırmak tadır.

Peki niçin böyle bir korkuya kapılınmakta ve 1950 öncesi şiddetle arzulanmaktadır? Aslında olayın çok basit psikolojik açıklaması vardır. O da bir grup aydının ayrıcalıklı konumlarını yitirdiklerini görmeleri ve iktidar nimetlerinden faydalanamayacakları korkusu ile hareket etmeleridir. Bunlar insanların kendileri gibi düşünmediklerinin ve insanları istedikleri yönde etkileyemediklerini farketmelerinden dolayı anti-demokratik eğilimlere girmelerine yol açmaktadır.

20yy’ın sonu döneminde yüzyılın başında belki bir nebze makul görülebilecek bir düzeni 21. yüzyıla taşıma arzusu ile yanan zihniyet elbette ki 1950’den sonraki tüm kazanımları yok saymayı göze alacaklardır. Kurucu rasyonalist akıllarıyla düşünen ve kendilerini tabuların yıkıcısı olarak gören fakat yeni putlar ve tabular yaratan bu zihniyetin zirvede olduğu çağını; demokrasinin yaşanmadığı; zaten var mıydı, yok muydu? tartışmasının bile çok saçma olduğu CHP devrine geri dönülmesini istemeleri herhalde gayet doğaldır. Kendi iç ve dış dinamikleriyle bugünde çok farklı olan bir dönemi bugüne taşımanın ne gibi bir anlamı olabilir ki? Bu uğurda tüm evrensel hukuk ve demokrasi kurallarının çiğnenmesini dünyaya nasıl açıklayabiliriz ki?

Her aklı başında insanın küçük bir fikir jimnastiği ile anlayabileceği gibi geçmişte kalan bir Altınçağ bize çözüm olamaz. Ancak çağımızın gerçeklerini göz önüne alarak yapacağımız akılcı ve tutarlı tercihler yolumuzu açabilir.

Bugün Altınçağ sendromonu iliklerine kadar hisseden ve geçmişi bugüne yeğ tutan anlayışın başarısız olmasını dilerken, Evrensel İnsan Hakları’na inanan, özgürlüklere değer veren, hukukun üstünlüğünü savunan her insanın bu ortak değerler uğruna en az diğerleri kadar kararlı ve gayretli olmaları gerektiğine dikkat çekerek sözlerime son vermek istiyorum