ALTIN ÇAĞ
Şenol KALUÇ
İnsanların geçmiş ile bugünü
kıyaslayarak geçmişte kalan bir dönemi kendi bakış açıları ile örnek bir dönem,
Altınçağ seçerek bu dönemleri arzu etmeleri veya o düzeye gelinmesini istemeleri
oldukça makul bir istektir. Ancak anormal olan durum; bu tür örnek dönemleri kendi
subjektif şartlarının dışında algılıyarak bugüne taşıma gayretleridir. Bu
efsaneler asırlarca geriye gidebildiği gibi; bireysel olarak insan ömrüyle
sınırlanabilecek dönemleri de kapsayabilir. Örneğin insanların “Ah nerede o
eski bayramlar” şeklindeki özlemleri aslında bu Altınçağ efsanesinin oldukça
basite indirgenmiş bir örneğidir.
Müslümanların Asr-ı Saadet ve Dört
Halife dönemini yada daha yakın bir geçmişte Osmanlı İmparatorluğu devrini örnek
çağ, Altınçağ kabul etmeleri bu düşüncenin nesilleri de aşan bir örneğidir.
Bugün de Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkenin kaderini elinde tutan anlayışın
kalıntılarının 1924-1950 arası dönemi arzulamalsrı da bir başka örnek teşkil
etmektedir.
Dönem dönem toplumların Altınçağ
efsaneleri yaratmaları ve o dönemleri şiddtle arzulamalarının kaynağında toplumsal
sorunların patlak verdiği, siyasal çatışmaların arttığı ortamlar ve
belki de hepsinden önemlisi bazı grupların kurulu düzenin tehlike sinyalleri verdiği
düşüncesiyle hareket ederek tarihi sürece müdahale arzularında yatmaktadır.
Bu dönemlerde insanlar geçmişe bakarak kendilerince örnek bir dönemi bugünle
kıyaslamakla ve o dönemi bugünün şartları karşısında yeterince sağlıklı
bir bakışla değerlendirmeden günümüze taşımak istemektedir. Doğal olarak
geçmişte kalan dönemler toplumsal hafızada biraz silikleşmiş ve gerçeklikten
uzaklaşmışlardır. Acı ve kötü olaylar dahi zamanın akışıyla birtakım
olumlamalar kazanarak pozitif olarak hatırlanabilmektedir. Bu nedenle de Altınçağ
arzuları gerçeklikle; rasyonellikle çok az uyuşur ve uyuşma ihtiyacı hissetmez.
Altınçağ efsaneleri toplumların
ufuklarını alabildiğine daraltabildiği gibi genişletebilir ve onlara psikolojik
olarak güç de verebilir. Bu artı yönüyle Altınçağ efsaneleri toplumların
büyük ideallerini dile getirir ve onların gönüllerde yaşamalarını sağlar.
Müslümanların İslam'ın ilk çağlarındaki muazzam İslam imparatorluğunu özlemle
anmaları ve tekrar o günlere dönmek için çalışmaları; Yahudilerin Kudüs merkezli
Büyük Yahudi Devleti hayallerini yaşamak ve yaşama geçirmek için çalışmaları ve
Türkiye’nin zararına bile olsa Yunan' lıların Megola İdea’larını
gerçekleştirme çabaları buna birer örnek olabilir.
Altınçağ efsanelerinin en çok
bilinene, yani Asr-ı Saadet ve Dört Halife Dönemine bir göz atalım: Acaba bu
bahsedilen dönem kendi iç ve dış şartları içinde gerçekten bir Altınçağ
mıdır? Yoksa O da her tarihi oluşum gibi kendi iç ve dış dinamikleriyle tarihin
geride kalan bir safhası mıdır? Tarihi bir iman alanı olarak telakki ettiğimizde ve
onu imanımızın kuvvetlenmesi için bir harç olarak gördüğümüzde şüphesiz bahsi
geçen dönemi bir Altınçağ olarak görmemiz kolaylaşır. Ancak tarih metodolojisi
içinde olaylara ve olgulara baktığımızda bu dönemin kendine has özellikleriyle
tarihe mâ l olduğunu ve bugüne kısmi olarak örnek teşkil edebileceğini rahatlıkla
söyleyebiliriz. Yine biz biliyoruz ki, inanç her zaman gerçeklik ile uyuşma ve
rasyonel bir izaha kavuşma ihtiyacı duymaz.
Tarihi biraz dikkatli okuduğumuzda Asr-ı
Saadet ve Dört Halife Dönemi’ni Altınçağ olarak görmenin biraz abartı olduğunu
söyleyebiliriz. Öncelikle bu dönem büyük bir mücadele dönemidir. Ve de İslam
peygamberi İslam dönemini kitlelere ulaştırma yolunda hayatını harcamış ve rahat
yüzü görmemiştir. Keza O’nun ölümüyle İslam ümmeti içinde ilk ciddi siyasal
çekişmeler ve ayrılıklar baş göstermiştir. Elbette ki bu durum o dönemin kendine
has özellikleri olmadığı anlamına gelmez, inananlar için Allah Resul’ünün
yaşadığı bir dönem şüphesiz bir takım anlamlar içerecektir.
İslamın Altınçağ efsanesinden
günümüzde ülkemizde etkim olan bir başka Altınçağ efsanesine geçmek istiyorum.
Ülkemizde özellikle 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren yoğun bir şekilde
sesini çıkarmaya başlayan Kemalist-Atatürkçü oluşumların Cumhuriyet tarihini
1950’den öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmaları ve 1950 öncesi ülkeyi yöneten
CHP eliti, seçkinleri dönemine olan özlemleri üzerinde duracağız.
Cumhuriyet dönemini 1950 öncesi ve
sonrası diye ayıranların temel savı şudur:
1950 öncesi ve özellikle Atatürk
dönemi Cumhuriyet tarihimizin en parlak dönemleridir. Cumhuriyet devrimlerin
ortaya çıktığı; devrim kanunlarının özveriyle uygulandığı, ülkeyi ehil ve
seçkin ellerin yönettiği, çağdaşlaşma ve batılılaşma yolunda büyük adımların
atıldığı ve ülkenin çehresinin değiştirildiği bir dönemdir. 1950
sonrası dönem ise; bu yönelimden sapışın başladığı, “irtica”nın
zaman zaman hortladığı; devrim kanunlarının safha safha geriletildiği; kör,
cahil ve mutâsıp kafaların ülkeyi yönettiği bir dönemdir. Onlara göre demokrasiye
geçişle birlikte çağdaşlaşmadan sapılmıştır ve ülke tehlikeli bir maceraya
doğru sürüklenmektedir. Bunun içinde bu gidişata bir şekilde dur denilmesi
gerekmektedir. Çünkü ülke sorunlarının çözümü ortadadır ve hazır bir reçete
daha önce yazılmıştır. Kurtuluşun tek yolu bu reçetenin uygulanmasıdır.
Evet ülkede demokrasi olmalıdır ama
demokrasi denen şey her ne ise devrim kanunlarına muhalif olmamalıdır. Zira devrim
sosyo-ekonomik konularda gereken cevapları içinde barındırmak tadır.
Peki niçin böyle bir korkuya
kapılınmakta ve 1950 öncesi şiddetle arzulanmaktadır? Aslında olayın çok basit
psikolojik açıklaması vardır. O da bir grup aydının ayrıcalıklı konumlarını
yitirdiklerini görmeleri ve iktidar nimetlerinden faydalanamayacakları korkusu ile
hareket etmeleridir. Bunlar insanların kendileri gibi düşünmediklerinin ve insanları
istedikleri yönde etkileyemediklerini farketmelerinden dolayı anti-demokratik
eğilimlere girmelerine yol açmaktadır.
20yy’ın sonu döneminde yüzyılın
başında belki bir nebze makul görülebilecek bir düzeni 21. yüzyıla taşıma arzusu
ile yanan zihniyet elbette ki 1950’den sonraki tüm kazanımları yok saymayı göze
alacaklardır. Kurucu rasyonalist akıllarıyla düşünen ve kendilerini
tabuların yıkıcısı olarak gören fakat yeni putlar ve tabular yaratan bu
zihniyetin zirvede olduğu çağını; demokrasinin yaşanmadığı; zaten var mıydı,
yok muydu? tartışmasının bile çok saçma olduğu CHP devrine geri dönülmesini
istemeleri herhalde gayet doğaldır. Kendi iç ve dış dinamikleriyle bugünde çok
farklı olan bir dönemi bugüne taşımanın ne gibi bir anlamı olabilir ki? Bu uğurda
tüm evrensel hukuk ve demokrasi kurallarının çiğnenmesini dünyaya
nasıl açıklayabiliriz ki?
Her aklı başında insanın küçük bir
fikir jimnastiği ile anlayabileceği gibi geçmişte kalan bir Altınçağ bize çözüm
olamaz. Ancak çağımızın gerçeklerini göz önüne alarak yapacağımız akılcı ve
tutarlı tercihler yolumuzu açabilir.
Bugün Altınçağ sendromonu iliklerine
kadar hisseden ve geçmişi bugüne yeğ tutan anlayışın başarısız olmasını
dilerken, Evrensel İnsan Hakları’na inanan, özgürlüklere değer veren, hukukun
üstünlüğünü savunan her insanın bu ortak değerler uğruna en az diğerleri kadar
kararlı ve gayretli olmaları gerektiğine dikkat çekerek sözlerime son vermek
istiyorum |