Prof.Dr.Naci BOSTANCI ile Söyleşi
Dergimiz Yayın Kurulu üyeleri
Ahmet Demirtaş Kürşat Kopuzlu ve Oğuz Çetin'in Gazi Üniversitesi İletişim
Fakültesi Halkla İlişkiler Bölüm Başkanı Prof.Dr.Naci Bostancı ile siyaset ve
medya üzerine yaptıkları sohbet.
Çetin:Gazi Üniversitesi
İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü Başkanısınız. Bu
sebeple; ister istemez medya kavramıyla içiçesiniz. Türkiye’deki medya ile Batı
medyasını karşılaştırabilir misiniz?
Bostancı: Batı Medyası
dediğimizde homojen bir medya kitle iletişim araçlarından ve onların toplum ve
siyasetle birbirine benzer tarzda bir ilişkisinden, bir fonksiyonundan bahsedemeyiz.
Mesela Amerikada genel konsepte uygun
şekilde medya faaliyetlerinde bütünüyle bir özel sektör mantığı çerçevesinde
düzenlenmiştir. İngiltere’de ise hala kamusal yayıncılık anlayışının bir
ölçüde önemli olduğunu, BBC’nin bu konsept üzerinde hassasiyet gösterdiğini
görüyoruz; kamu çıkarlarını koruyan, yani sınırlı bir çıkarı gözetecek olan
özel sektöre en azından bu tür bir hizmetin bırakılamayacağı yaklaşımı, daha
doğrusu, özetlersek; özel sektör bir faaliyette bulunabilir ama genel ve ağırlıklı
olarak medya faliyetinde, kitle iletişim faaliyetinde kamusal hizmet yanı ağır basar
şeklinde bir yaklaşım.
Türkiye’de uzun yıllar bu iş
devletin elindeydi. Devlet ne ölçüde toplumun genel çıkarlarını gözeten bir
yayıncılıkta bulundu, bu tartışma konusudur. Çünkü devletin elinde olmakla
birlikte, devletle toplum arasında bir örtüşme sağlayacak şekilde tamamıyla bir
demokrasi sözkonusu olsaydı eğer, o zaman devletin fonksiyonu ahalinin genel
çıkarlarını temsil edici bir mahiyette örgütlenirdi, bunun bir parçası kitle
iletişim faaliyetlerine yansırdı. Çünkü devletle toplum arasındaki ilişkide bir
örtüşme olabilmesi için oturmuş bir demokrasinin, kurallı bir siyasi iktidar
mücadelesinin olması, bu toplumda yer alan herkesin aktif bir siyaset öznesi
olarak iktidar mücadelesine katılabilme yollarının açık olması gerekir. Ama
Türkiye’de bu anlamda bir demokrasinin oturmadığını, iktidar mücadelesinin
meşruluğunun herkes tarafından sorgulandığını görüyoruz.
Dolayısıyla Türkiye’deki
yayıncılık bir kamu hizmeti olarak uygulandığı dönemlerde de siyasi iktidar
mücadelesinin ve şartlarının kendine has özelliklerini yani sınırlı bir
çerçeveyi temsil etme niteliğini taşımıştır. 1990’larla birlikte özel
yayıncılık devreye girdi. Bu büyük bir heyecanla karşılandı. Artık insanlar çok
farklı eğilimleri, çok farklı programları, bu tür çok miktardaki kanalla
izleyebileceklerdi. Ama yaklaşık 8 yıllık tecrübe gösteriyor ki, ortada sevinilecek
bir durum yok. Adeta birileri ortak bir yayın formatı oluşturmuş ve kanallarda bu
yayın formatı içinde yayın saatlerini dolduruyor. Haberlerden tut da eğlence
programlarına kadar bu böyle.
Herhalde bir çok televizyon izleyicisi
çeşitli programlar arasında dolanıp kimilerini ilgilerini çektiği için izlerken
neyi hangi kanalda izlediklerini bilemezler. Yani hiçbir kanalın kendine has bir
niteliği yok.
Çetin:Medyanın bir parçası
olan gazetelere baktığımızda bahsettiğiniz ortak formata raslamak mümkün Bunun
sebebi ne olabilir?
Bostancı: Yani Türkiye’de
bu işi yürüten profesyoneller Türkiye’yi nasıl görüyorlarsa, yayıncılığı o
çerçevede yapıyorlar ve öyle anlaşılıyor ki, bu profesyoneller arasında
Türkiye’yi görme biçimleri açısından pek bir farklılık yok. Eğer bir politik
pozisyon farklılılığı varsa bu bir ölçüde gazetenin yayın politikasına etki
ediyor.
Çetin:Medyanın temel konusu
hiç şüphesiz siyaset. Siyaset ve medyanın ilişkisi nası tezahür ediyor?
Bostancı: Siyaset belli bir
kamusallık üzerine yürüyor. Yani toplumu hayal ettiğiniz bir kamusal alan vardır,
siyasal birimlerini oluşturur. Sizin sorular sorduğunuz, cevaplar verdiğiniz bir
kamusallık vardır ve siyasi süreç kendisini sürekli bu kamusal alana refere ederek
şekillendirir.
Dün neydi bu kamusal alan? Henüz kitle
iletişim araçlarının bu kadar etkin olmadığı zamanda seçim meydanlarıydı,
siyasilerin zaman zaman yaptıkları memleket dolaşmalarıydı, kapalı salon
toplantılarıydı, insanlarla yüz yüze görüşmelerdi. Böylelikle halk dediğimiz o
muayyen kavramın içi doldurulur, halkın nabzı tutulurdu. Bu çerçevede
yaptıklarımız ne ölçüde doğru? Halk bizi onaylıyor mu? Sorularının cevabı
aranarak yola devam edilirdi.
Bugün yine klasik siyasetin usulleri
yürütülmekle birlikte kamusallık dediğimizde bu alanı medya temsil ediyor. Bugün
Türkiye ne tartışıyor diye baktığımızda Türkiye’nin ne tartıştığının
cevabım medyadaki haberlerde, gazete ve televizyonların başlıklarında görüyoruz.
Siyasi partiler bir takım politikalar
takip ederken Türkiye’ye ilişkin değerlendirmeler yaparken medyanın inşa ettiği bu
kamusallıkta ne kadar yer aldıklarına, yine bu kamusallığın aktif aktörler
yani medya vasıtasıyla nasıl değerlendirildiğine ilişkin bir dikkatle bu işi
yürütüyorlar. Yani ben, falan partinin genel başkanı olarak demeç verdiğimde
medyanın inşa ettiği bu kamusallıkta benim demecim ne ölçüde yer alıyor, genel
alanda medya bunu olumlu mu olumsuz mu değerlendiriyor, yani ben kendi siyasetimi bir
yerde medyanın inşa ettiği kamusallığa refere ederek belirtiyorum. Eğer bu
kamusallıkta doğrudan benim sözcülüğümü üstlenmiş gazeteler varsa onlarla
politikalarımı daha aktif bir şekilde yürütüyorum. Onların nezdinde eğer doğrudan
doğruya olmaktan çok dolaytı olarak yer alıyorsam ve de ilişkimiz bir dolayım
üzerine yürüyorsa, daha fazla yer almak için medyanın kendine ilişkin
referanslarını da hesaba katarak bir politika sürdürüyorum. Yani bir siyasi parti
olarak ben politikalarımı oluştururken gerçekte kimler bana oy veriyor ve nihayetinde
bu ülkenin ahalisi ne istiyor, ne düşünüyor diye asıl refere edeceğim yer gerçek
insanlar olması gerekirken ben onlarla ilişkilerimi bir yerde sınırlıyor, ikinci bir
alan olarak medyanın inşa ettiği kamusallık üzerine yürütüyorum.
Medyanın esasında siyasete etkisi bu
noktada beliriyor. Gazetede atılan başlığa göre egemen kanaatin bu olduğuna dair bir
kanaat besliyorlar. Fakat medyanın siyasete olan bu etkisinin motomot bir etki olduğu
söylenemez. Çünkü medya yayınları insanlar tarafından olduğu gibi algılanmız.
İnsanlar kendi politik, toplumsal, kültürel pozisyonları çerçevesinde medya
yayınlarını takip ederler. İnsanlar televizyon veya haberlerde ne söylüyorlarsa
önermelere katılarak takip etmezler. Eleştirirler, itiraz ederler veya onaylarlar.
Dolayısıyla onların tavır almasına asıl etken, onların gerçek hayat içerisindeki
yer ve konumladır. Fakat kısa vadede bu böyledir. Uzun vadede ise medyanın daha başka
bir etkiyi yarattığını, insanları dönüştürdüğünü enforme ettiğini
görüyoruz.
Çetin: O zaman böyle bir etki
düşünüldüğünde medyanın tarafsızlığı ve ahlakiliği problemleri ortaya
çıkıyor. Bunu nasıl çerçeveliyebiliriz.
Bostancı: Medyanın hepsi
taraftır. Medyanın tarafsızlığı ahlaki olarak temenni edilir En azından medya
organlarının olaylara, siyasete, toplumun isteklerine bakarken yönlendirmeden
olabildiğince uzak kalmalarını öngören bir ilkedir tarafsızlık. Ama tarafsızlık
aynı zamanda bir ideolojidir. Hiçkimse tarafsız değildir, hiçbir gazete tarafsız
değildir, hiçbir yazar tarafsız değildir. Nihayetinde bu gazete ve televizyonun
arkasındaki sermayenin bir yeri ve tarafı vardır. Orada işgören profosyonellerin bir
yeri ve tarafı vardır. Ahlaki bir bakışa sahip olmaları temenni edilir. Nedir bu
ahlaki bakış? Diyelim ki bir olayı gördünüz. O olayı bütünüyle olduğu biçimin
dışında farklı bir şekilde yansıtmak, bu ahlaki bakışla çelişir. Ama bu olayı
anlatırken kurduğunuz dil, anlatım biçiminiz yani yorumunuz sizin kendi dilinizdir,
kendi tarafınızın ideolojisi, kendi pozisyonunuzun dilidir.
Çetin: Ulusal medyadaki
kartelleşme günümüzde bir çok platformda tartışıldı. Medyanın dördüncü bir
güç olarak ortaya çıktığı günümüzde bu problem nasıl aşılabilir?
Bostancı: Demokrasi; siyasi
örgütlerin toplumsal dokunun derinliklerine nüfuz etmeleri, halkın gerçek nabzını
tutabilmeleri için uygun bir ortam sağlar. Ama Türkiye’de siyasi partiler bu
anlamda halkla yakın ilişki içerisinde değiller. Yani bu çerçevede
örgütlenebilmiş değiller. Böyle olunca tabiatıyla bir ara kademe olarak halk
tasavvurununun temsilcisi olarak ortaya çıkan medya politik aktörlerin siyaset
yapıcıların üzerinde çok etkili oluyor. Onlar nabzını tuttukları halkın değil,
halkın nabzını tuttuğunu iddia eden medyaya bakarak davranıyorlar.
Türkiye’de medyanın bu kadar ilgi
çekmesinin nedeni sadece ticari olması değildir. Ticari anlamda çok karlı bir iş
değildir. Fakat siyaset üzerine bu kadar müdahil olduğunuzda iktidardan da daha fazla
pay almanızı sağlayacak bir araç olarak medyayı kullanabilirsiniz. Zaten siyaset
nedir, toplumsal kaynakların iktisadi olarak paylaşılmasına izin vermeyen, siyaseten
paylaşılmasını temin eden bir mücadele zeminidir. Toplum halinde yaşamamız
nedeniyle bir merkezi otorite hepimizin hayatını gözetecek tarzda bir takım toplumsal
kaynakları topluyor, bunları dağıtıyor. İktidarın yaptığı bu. Vergi ve benzeri
araçlarla topladığı kaynağı iktisadi kurallara göre değil, siyasi kurallara göre
dağıtıyor. Öyleyse siz siyaset alanında iyi mevzi tutar ve bu dağıtım aktörleri
üzerinde etkili olursanız, siyasi kurallara uygun bir şekilde yapılan bu dağıtımdan
daha fazla pay alabilirsiniz. Medya da tam bu noktada rol oynuyor. Aslan payını almak
için burada medyayı kullanabilirsiniz. Çünkü kaynakları dağıtan aktörler, halkın
gözüne değil, medyanın gözüne bakıyor. Böyle bir zeminde tabii ki tekelleşme
olunca medya grubu Türkiye’nin ne olduğunu, ne olması gerektiğini, kaynakların
nasıl harcanması gerektiğini belirleyen bir güç haline geliyor. Ortaya bir Türkiye
resmi koyar eleştiriler ve olumlamalar koyar ve nihayetinde o siyasetin üzerinden
yürüdüğü kamusal alanı kendi arzu ve çıkarları istikametinde biçimlendirir.
Çetin:Bu bağlamda sizin de
belirttiğimiz gibi demokrasinin tüm toplumsal ortamın derinliklerine yayılması,
galiba medyanın çıkarlarına ters düşüyor gibi bir resim ortaya çıkarıyor.
Bostancı: Tekelci medya, bu
anlamda, demokrasinin yerleşmesinden memnun olmaz. Neyi kastediyoruz demokrasinin
yerleşmesi derken, biraz klişelerin dışına çıkarsak siyasal iktidarın bu ülkede
yaşayan herkesin etkin birer unsur olduğu bir süreç içerisinde şekillenmesini
kastediyoruz. Hani "dağdaki çobandan cumhurbaşkanına kadar" diye bir
şema çizilir ya hakikaten bütün insanların siyasetin etkin özneleri haline gelmesini
kastediyoruz. Nasıl etkin hale gelecekler? Çeşitli yollarla çeşitli araçlarla
iktidar mücadelesine katılacaklar ve nihayetinde siyasi kurallarla dağıtılan
toplumsal kaynaklardan güçleri oranında pay alacaklar. Çünkü bu toplumda
yaşıyorlar. Böyle bir şey olduğunda siz medyayı aslan payını alacak şekilde
organize edebilir misiniz? İstisnalardan, teşviklerden, muafiyetlerden faydalanabilir
misiniz? Sektörel desteklerden yararlanabilir misiniz? Büyük kredileri alıp, sonra
üzerine yatmasanız bile, geri ödediğinizde dahi makul bir rasyonalite ile
bakıldığında üzerine yatmış olduğunuz anlaşıldığında, bunu hala
sürdürebilir misiniz? Yapamazsınız. Hakikaten medyanın farklılaşması, insanların,
o toplumda yaşıyan herkesin siyasetin aktif öznesi haline gelmesi ister istemez
herkesin resmini görebileceği şeffaf bir Türkiye sağlar; yani kim ne yapıyor, niye
yapıyor, bu iktidar mücadelesinde yeri neresi, ne tür bir dille gerekçelerle,
meşruluk kalıplarıyla bu işi yürütüyor. Düşünün ki Türkiye’de iki grup
var-medya alanında- zaman zaman birbirleriyle çeliştiklerinde, mücadele ettiklerinde
görünenin arkasında neler olduğuna dair insanlar fikir sahibi oluyorlar. Kim ne
yapmış, en azından bir kuşku, bir kaygı, farklı şeyler olduğuna dair bir bilgiyi
ediniyorlar. Eğer bu çok daha artsa, farklılaşsa, tencerenin dibindeki karalar
üzerinde daha geniş bir bilgi edinebiliriz. Böylelikle herkes birbirinin karasını
gösterirse belki tencerelerin dibinin bir daha kararmayacağı şeffaf makul bir Türkiye
de ortaya çıkabilir.
Kopuzlu:Tek kararma medyada mı?
Başka kararmaların varlığından da bahsediliyor örneğin 'Derin Devlet'. Türkiye
için çok kullanılan bir söz var "Hükümet olabilirsiniz ama iktidar
olamazsınız." Bu konuda ne diyeceksiniz.
Bostancı:Derin devlet
metafor... Türkiye’yi bir dönem iyi izah ettiğini düşündüğüm hemen her
siyasetçinin diline pelesenk olan bir kavram ama derin devlet diye bir şey olduğunu
düşünmüyorum ben. Derin devlet derken aklıma şu geliyor. “Yani devlete sahip
olan insanlarda öyle bir bilinç var ki; toplumun istikrar içerisinde geleceğe
yürümesini temin edecek politikaları her halükarda alırlar” şeklinde bir şey
anlıyorum. Bu manada derin devletin Türkiye’de olmadığını düşünüyorum. Ama
Türkiye’de ne var, Tüm toplumlarda olduğu gibi, klasik model vardır ya,
merkez-çevre modeli.. Merkezde yer alanlar, siyasal iktidardan aslan payını alıyorlar,
devlet bu çevrelerin, seçkinler diyeyim, ama çevrede yer alanlar yeteri ölçüde bu
alana girip müdahil olamıyorlar. Bu tür girişimler çeşitli gerekçelerle enterne
ediliyor, dışarda bırakılıyor. İşte Menderes’in gidişi de böyleydi, ihtilal
oldu. Süleyman Demirel bu tür bir çevreyi merkeze taşıma fonksiyonunu yerine getiren
bir ekolün içinden sayılabilir. Erbakan bu anlamda çevreyi merkeze taşıyan bir
harekettir ama her biri çeşitli suçlamalarla çeşitli ideolojik karşı koyuşlarla
devredışı bırakılmışlardır. Burada diskurun ne olduğu şüphesiz önemli. Ama
bunun bir iktidar mücadelesinde teknik olarak kullanıldığı için akıldan
çıkartılmamalıdır. İrticaya ilişkin olduğu gibi. Türkiye’de merkezi iktidarı
kontrol eden bu çevreler bu geniş kesimlerle işin doğası gereği iktidarı paylaşmak
istemiyorlar. İktidar bölünme kabul etmez kutsal bir bütündür anlayışıyla
geleneksel bir siyaset anlayışıyla davranıyorlar. Oysa ki demokrasiye göre iktidar
bölünme kabul eder, rasyonel bir şeydir ama iktidarı bölünme kabul etmez bir
bütün olarak gördüğünde, onu kutsallaştırdığında, sıradan insanları,
manavıydı, kasabıydı. ne işleri var bunların devlet yönetiminde. Bunlar hasbelkader
gelirlerse sadece kendi çıkarlarını düşünürler. Oysa biz soylu amaçlar için
iktidarı kullanırız gibi bir meşrulaştırmayla yolunuza devam etmek istersiniz.
1930’lu yıllarda bizim başlarımız Serbest Fırka kurulduğu zamanlarda CHP’nin
sözcüleri Serbest Fırka girişiminde bulunanları inanılmaz sözlerle tahkir
ediyorlardı. Siz kimsiniz devlet şahikasının tepesine çıkmaya çalışıyorsunuz,
siz midenizi düşünüyorsunuz, sadece. Sizin derdiniz yemek-içmek böyle soylu
iktidarla sizin ne işiniz olabilir, bu merdivenden çıkamadan tepetaklak başınızın
üzerine düşersiniz falan gibi çok ajitatif söylemler tuturuyorlardı. Böyle kutsal
iktidarlarla siz adi insanların ne ilgisi var. Bu ancak bizim gibi ilahielin değdiği
seçkinlerin yapacağı bir iştir gibi bir anlayışla değerlendiriliyordu. Bu
anlayışın çok fazla değişmediğini görüyoruz. Takdis edilmiş bir merkez var. Asla
kendi çıkarlarını düşünmez, midesini düşünmez, hep soylu amaçların peşindedir
ve bu yüzden de kutsal iktidarı kullanma hakkına sahip A takımıdır. Bir de Z
takımı olan çevredeki insanlar vardır. Onlar sıradan insanlardır. Kendi
çıkarlarını düşünürler, iktidara gelirlerse, iktidarı paylaşırlarsa ortalığı
pisletirler. Bu yüzden onları dışarıda bırakmak gerekir. Onları dışarda bırakmak
için her yol mübahtır gibi bir anlayışla davranırlar.
Çetin: O zaman kutsal
iktidarla ulusal medyanın çıkarları ortak bir kümede birleşiyor ve bu demokrasiye
rağmen olan bir şey. Peki bu guruplar arasındaki etkileşim nasıl oluyor? Hangi gurup
daha ağır basıyor.
Bostancı: Etkileşim gözler
önünde oluyur. Hem Kutsallaştırıyorlar hemde paylaşıyorlar. Kutsal Hazine
Avcıları.
Çetin:Bize vakit
ayırdığınız için ve bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyoruz. |