BİLMECE
Oğuz ÇETİN
Yorucu bir günün ardından
yapabildiklerimi süzüyordum isteksizce. Odamın duvarları üzerime geliyor.
Aydınlığın ağırlığını taşıyamayan göz kapaklarım istemsizce kapanarak
kirpiklerim birbirine kavuşuyordu. Ölümün gizini taşıyan uyku tüm vücudumu sararak
beni teslim aldı. Derin bir sessizlik ve tatlı bir huzurla karanlıklara yelken
açmıştım ki fırtınanın ortasına düştüm. Rüzgarın eliyle çalkaladığı deniz
ve nefesiyle sürüklediği bulutlar birbirine değiyordu. Bulutlardan denizi
taşırırcasına yağmur yağıyordu. Bu gösteri ışıksız olamaz der gibi göğü
yaran çatlaklar, aydınlatıyordu kabarmış denizleri. Uzakta Deniz fenerinin
nazlanırcasına belli belirsiz aydınlattığı bir ada görünüyordu. Lacivert
mürekkebin boyadığı gecede tek alçak gönüllü ışık olan fener; fırtınalı
gecede aynı zamanda tek dik duran şeydi. Dalgalar beni üzerinde taşımak istemiyor,
bir dalga diğer bir dalgaya beni satıyordu. Adaya yaklaştıkça kuzeye secde eden
ağaçları gördüm. Kibirli dalgalar adanın kayalarını döverken çıkardıkları
sesler rüzgara ritim tutuyordu. Bu senfoni de benim tek sesim korku ve belirsizliğin
işlenmiş olduğu kalp atışlarımdı. Bir de sesiz dualarım.
Sanki bir an sessizlik kapladı etrafı ne
olduğunu anlamadan arkama baktığımda tüm dalgaların korkarak saygı gösterdiği
haşmeti ve kibiri ile beni küçümseyen büyük bir dalganın geldiğini gördüm.
Sessiz dualarım çığlığa dönüştü, tüm zamanlarım o anki çığlığa
sığıvermişti. Artık hayattan tüm umudumu keserek yelkenin çürümüş ahşabının
tabutum olduğunu anladım. O büyük dalgaya kendimi teslim ettim…
Artık gözlerim açılmıyordu, tonlarca
ağırlık üzerimdeydi, sanki bir kara delikden geçercesine saniyeler geçtikçe kilom
ikiye katlanıyor aynı zamanda ufalıyordum da. Ağırlığımın artması yetmiyormuş
gibi çukurun içinden de bir el beni çekiyordu. Işık benden hızlıydı ta ki bu delik
beni çekene kadar.
Gözlerimi açtığımda gökyüzünün
yarısını kaplayan şimdiye kadar hiç görmediğim büyüklükteki ay ölümün
üzerine doğan güneş gibi. Gözümün içine doğdu. Yeni doğmuş bir bebek gibi
etrafıma bakınıyordum. Sağıma döndüğümde nazlı fenerin ışıklarının artık
adanın kayalıklarını aydınlatmadığını gördüm. -Anlaşılan bu, fırtına
sırasında gördüğüm adaydı-. Göz ucuyla etrafıma baktığımda kendimin ufak bir
sahilde olduğunu anladım. Sanki yeni yürümeyi öğrenen bir bebek gibi kalkana kadar
dakikalar harcadım bir o zamanda yürümeye. Belimi doğrultup denize baktığımda
fırtınadan yorulmuş bir deniz gördüm. Sanki adanın kayalıklarını parçalarcasına
döven deniz o değilmiş gibi uyuyordu. Biraz gayret etsem denizin üzerinde
yürüyebilirdim. Fırtınada gök yüzüyle rengi ayırt edilemeyen lacivert denize ayın
ışığı hakim olmuş deniz şeffaflaşmıştı, renksizdi. On adım ilerde denizin
derinliğindeki çakılları sayabiliyordum. Başımı gökyüzüne tekrar kaldırıp o
devasa aya baktığımda derin bir hu çektim, korkuyla karışık. Dualarım kabul
olmuş, yaşıyordum...
Ama neresiydi burası? Arkama
döndüğümde fırtınanın şiddetiyle secde eden ağaçların huşu içinde
birbirlerine fısıldadıklarını duydum. Yaprakları hafif bir meltemle
hışırdıyordu. Yüzüme dokunan o meltem sanki gül kokuyordu. İçimi büyük bir
huzur kaplamış, üzerimdeki fırtınanın ağırlığı kalkmış, hafiflemiştim.
Bir anlık bu huzur yerini korkuya
bıraktı. "Ben neredeydim? Burası neresi?" soruları kalbimi haddinden fazla
sarıyor ve karnımı ağrıtıyordu. Lacivert geceye yoğun bir beyazlık çalınmış,
sahildeki kumlar dalganın kendilerini okşamasıyla beyaz renkte altınımsı bir
parıltı sızdırıyordu zemine.
Ada sanki ormanlarla kaplıydı korku bana
kılavuz olmuş beni ormanın derinliğine itiyordu. Yalnız olmamalısın burada diyordu.
Bir patika gördüm; düzenli bir şekilde patikanın etrafı taşla diziliydi, ancak
bunların taş olduğunu dokunana kadar anlayamadım. Elmas gibi parlıyorlardı. Beni bir
yere götürecekmiş gibi bana göz kırpan bir parıltısı vardı. Patikada yavaş
yavaş yürümeye başladım. Etrafıma bakarken ağaçların beni izlediğini
hissediyordum ama bu beni tedirgin etmiyor bana cesaret veriyordu.
Ağaçların dalları o kadar sıktı ki
kimin dalı kimin belli değildi. İlerlerken sadece beş adım ötemi görebiliyordum.
Dallar ben yürüdükçe beni selamlarcasına açılıyor bana yol veriyorlardı.
Ansızın bir kelebek belirdi önümde benden heyecanlıymış gibi belli belirsiz
önümde uçuyor bir o yana bir bu yana kaçıyordu. Şimdiye kadar böyle güzel kelebek
görmemiştim, üzerindeki renkler ayın ışığı ile yağmur sonrası gün
batımındaki kızıllığa çalan gökkuşağının renklerinin parlaklığına
benziyordu. Bana yol gösterircesine başka bir yere gitmeden devamlı önümde
ilerliyordu. Ansızın durdu önümde bir kapının belirdiğini geç anladım çünkü
kapı dallardan oluşmuş ve canlıymış gibi duruyordu. Kapının tokmağını görene
kadar kapının haşmetini hayranlıkla süzüyordum yukardan aşağa. Benim boyumun beş
katıydı ve canlı gibi duruyordu. Usulca kapının tokmağını tutum ve çalıp
çalmama konusunda biraz tereddüt ettikten sonra kapıyı kibarca tıklattım.
Ansızın gözlerim karardı ve ne
olduğunu anlamadan bir dağın tepesinde buldum kendimi, gökyüzünü kaplayan aya iyice
yaklaşmış uzansam ayın yüzeyine dokunacak gibiydim. Dağın etrafı sarp uçurumlarla
çevriliydi. Bıçak kadar keskin bu kayalar göğe uzanıyor ve sanki aya işkence
yaparcasına onu gökte tutuyordu. Etrafımda canlıya namzet hiçbir şey yoktu. Sadece
çok uzaklarda gözüken ince zayıf bir ışık. O ışığa bakarken ansızın keskin
kayaların arasından sadece gözlerinde ki ayın yansımasını görebildiğim
yelelerinin ay ışığı ile cilveleşircesine parladığı, lacivert gecenin renginden
biraz koyu, başı öne eğik, ancak duruşunda asaletin anlam kazandığı bir at
belirdi. Sesiz ve ürkek bir şekilde atın yanına geldim, sanki beni bekliyormuş gibi
hiç hareket etmiyordu. Önce yelesini hafif bir okşayıp gözlerine baktıktan sonra
sıkıca yelesinden tutup kendimi çekerek atın üzerine bindim. At ilk önce hafif bir
silkelenmeden sonra koşmaya başlamıştı aman Allah'ım o ne süratti... Etrafından
geçtiğimiz kayalar törpülenmişçesine düz bir hal aldılar ben sıkıca atın
yelelerine sarıldım ve eğildim. Atla bir can olmuştuk. Atın kulaklarının arasından
ışığı görebiliyordum atın hızı yetmezmiş gibi, zemin altımızdan kayıyordu, at
orda dursa zemin bizi o ışığa götürecek gibiydi. Etrafıma bakamıyor tüm gücümle
ata sarılıyordum. At sanki kanatlanmıştı.
Fakat biz ışığa yaklaştıkça ışık
bizden kaçıyordu, biz ışığa yaklaşıyoruz ışığın boyutu hiç değişmiyordu.
Zaman geçmesine karşın ışık hep aynıydı. Artık umudum kesiliyor ve yoruluyordum.
Ümitsizliğe düştüğüm andı sanırım, at yavaşlamaya başladı ne olduğunu
anlamamıştım. Işığa bir adım dahi yaklaşamamıştık. Ancak ilerde bir ihtiyar
gördüm elinde bastonu ile bizim aksi istikametimize yürüyordu. İhtiyara yaklaştıkca
ihtiyarın yüzündeki nur beliriyordu. Gözlerine baktığımda içimi anlamsızca bir
karıncalanma aldı, beynim zonkluyor gibiydi ihtiyarın gözlerine haps olmuştum. At
ihtiyarın önünde durmuş saygıyla boynunu eğiyordu.
İhtiyar usulca atın gözlerine bakarak
yelesini okşadı. Ben ise hala o insanın yüzüne bakıyordum anlamsızca donup kaldım
ihtiyar sessizce gözlerime bakarak ;
"Burada ne ararsın oğul dedi"
Nutkum tutulmuş konuşamıyordum.
Çünkü ihtiyar o sözleri sarfederken dudaklarını oynatmadığı halde sözleri tüm
yeri göğü sarmıştı.
Korkarak ve kekeleyerek "Bende
bilmiyorum" dedim ardından sıralamaya başladım; "Büyük bir fırtına
sonrası sahile vurdum ardından ormanın içine ilerlerken..." derken sözümü
kesti.
"Başına neler geldiğini
biliyorum" dedi.
Şaşkınlıkla nasıl olur diye
düşünürken ekledi;
"Nerede olduğunu bilmediğin halde
bilmediğin bir ışığa koşuyorsun. İleriyi de göremiyorsun ama koşuyorsun..."
"Buraya gelmeyi ben istemedim ayrıca
buradan çıkmalıyım" diyerek soluk almadan sözlerime devam ettim "İleriyi
göremediğim doğru ama tek çıkış olduğuna inandığım o ışığa doğru
koşuyorum, birazdan gün doğar ve yolumu görürüm "diye kendimden emin bir
şekilde cevap verdim.
İhtiyar tebessümle "Burada gün
doğmaz" dedi ve devam etti;
"O ışığın çıkış olduğunu
sana kim söyledi"
"Nereden biliyim sanki tüm şeyler
beni oraya götürüyor."
"Zaten Burada varolan her şey seni
götürür sen sadece şartlara uyarsın, seçersin"
"Nasıl olur benim iradem var
istemeseydim burada olmaz sizinle konuşuyor olmazdım"dedim ukâlâca.
"Öyle olsun... benden sana tavsiye o
ışığa gidemezsin boşuna uğraşma."
"Peki başka bir çıkış var mı ki
bura da" diye sordum
"Ölüm" diyerek biraz sesizlik
sonrasında ekledi; "Bu ışık tek çıkış ama buraya gelmeyi sen irade etmediğin
gibi çıkmayı da irade edemezsin tek çıkış ölümdür."
"Benim ölmeye niyetim yok"
dedim kendimden emin bir şekilde. "Siz yardımcı olamaz mısınız çaresiz
durumdayım ayrıca siz ışığın oradan geliyorsunuz ." dedim.
"Sana sadece ışığı tarif
edebilirim dedi"
Sabırsızca "tabi lütfen"
dedim.
"Orası her zaman vardır ama
ulaşılmaz.
Orayı düşünmezsen yaşayamazsın.
Düşünsen de orada yaşayamazsın.
Oraya sadece özgür insanlar gidebilir.
İki değil birler gidebilir"
Anlamsızca yüzüne baktım ve
benimle dalga geçtiğine inanarak sinirlendim Atımın yellelerini kendime sertçe
çekerek atı doğrulttum ve ihtiyara "Tarif için teşekkürler diyerek " Ordan
hızlıca ayrıldım
Atım gene hızlanmış ve ışığa
doğru kanat açmıştık. Maalesef yine ben ışığa gittikçe ışık benden kaçıyor,
hiç ulaşamayacağımı düşünerek gittikçe ümitsizliğe düşüyor, aynı zamanda
tek çıkış olduğu için gene de pes etmiyordum.
Bir anda, ne olduğunu anlayamadığım,
yüksek bir sesle sirenler çalmaya başladı. Ne bu siren demeye kalmadan önümdeki
uçurumu gördüm ve yolun bittiğini anladım ona rağmen at o hızla koşmaya devam
ederken sirenler hala çalıyordu, her halde uçacağız diye düşünüyordum ki
aşağıya düşmeye başladık. Tüm bedenim çekilmeye ve ağırlaşmaya başlıyordu
gene kara delikten geçercesine yok oluyordum.
Saatimin alarm sesiyle gözlerimi açtım
anlaşılan duyduğum sirenler saatimin sesiydi...Gün ise yenibir gündü.
İhtiyarı hatırlayarak tarif dediği
bilmecesinin cevabını uyandığımda anladım... |