DEVLET VE İNSAN
Şenol KALUÇ
Ülkemizin içinde bulunduğu
özel koşullar dolayısıyla özellikle siyasi konular üzerine kalem oynatanlar kolay
kolay konu sıkıntısına düşmemektedirler. Nasıl olsa her gün yeni bir facia
ile yüzyüze gelinebilmekte, gelinmese bile bir şekilde eski konuları deşerek yeni
malzemeler yaratılabilmektedir. Tüm bu laf kalabalığına rağmen acaba herhangi bir
çözüm bulunabiliyor mu dersek, büyük bir gönül rahatlığıyla hayır diyebiliriz.
Peki çözüm yolu bulunabilir mi? Belki! Ama bunun kısa bir süre içinde olmayacağı
da muhakkak.
Bugün ülkemizin temel zihniyet
dünyasına baktığımız zaman tüm oluşumların şu veya bu şekilde devlet merkezli
olarak geliştiğini görmekteyiz. Devlete en uzak olduğunu düşündüğümüz
grupların dahi bir şekilde devleti istediklerine (koruyucu bir güç olarak) hayretle
şahit olmaktayız. İlkel bir iç güdü ile korunmak babına devlete sırtını dayamak
arzusu adeta iliklere kadar işlemiş ve normal bir hal almıştır. Peki bu durumun
yadırganacak bir tarafı var mıdır diye soracak olursak, bizim gibi aşırı politize
olmuş ülkeler için bu durumun gündelik bir olgu halini aldığını rahatlıkla
söyleyebiliriz. Hayatta kalma ya da en azından güvende olma hissinin tatmini için
devletin her şeyden daha zaruri olduğu yerde, devletin yüklendiği ödevler ister
istemez toplumsal sözleşme çizgilerini genişletir ve kolay kolay bu devletin
görevi değildir diyebileceğimiz hayat alanları yok denecek kadar azalır. Bütün
bunların doğal sonucu olarak da tüm toplum giderek daha fazla politize olur. Aşırı
politize olmanın getirdiği ağır koşullar altında da her hangi bir sivil hareketten
söz edilemez. Öyleki sivil denen hareketlerin bile aslında sivil olmadığı değil
bizatihi devletin kendisinden kaynaklandığı gerçeği gözlerimizin içine
batırılarak hissettirilir.
Devlet denen ve insanların varlığıyla
görü nür hale gelen böyle bir kurum devasa yapısıyla hemen hemen her grubun doğal
hedefi ya da müttefiki konumuna gelir. Devletin sağladığı rantlardan uzak kalmak ya
da karşı konumda yer almaktansa onunla iyi geçinmek, rahatsız etmemek bir ehvenişer
halini alır. Ayrıca bilinçli ya da bilinçsiz olarak devlet denen aygıt içerisinde daha
fazla güç ve otorite kazanma fikri dimağlara gizli bir kod halinde yerleşir.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi devlet temel
hedef haline gelince de aşırı politize olmanın tipik belirtisi olarak antidemokratik
eğilimler toplum içerisinde revaç bulur. Bütün bunların içinde muhakkak ki en
korkuncu bu tür grupların aslında demokratik bir içeriğe sahip olmayan, tam tersi antidemokratik
tavırlarının bizatihi demokratik bir eylem olduğunu düşünmeleri ve öyle lanse
etmeleridir. Bütün bu eğilimlerden bir kurtuluş yolu yok mudur diye sorarsak aslında
çözümün çok uzakta olmadığını görebiliriz. Ancak buradaki temel sorunun,
kurtuluş yolları bulmakla değil, zihniyet dünyamızda köklü bir değişimle
çözüme ulaşabileceğini dikkatlerimize celb edersek işimizin de bir o kadar zor
olduğunu her halde anlayabiliriz. Geleneksel olarak monolitik bir düşünce
geleneğine sahip olmamız ve bunun getirdiği taassup derecesine varan tutucu
yaklaşımlarımızdan mutlaka kurtulmamız ve kendi çizgimizi yaratmamız gerekmektedir.
Bu durumda değişim denen şeye iki türlü bakmamız icabedecektir. Birincisi kısa
vadede kendimizi değiştirmek ve ikinci olarak da uzun vadede bu değişimi topluma
yansıtabilmek. Açıkcası siz ya da biz her kim olursak olalım değişmeden
başkalarının da bizim gibi olmalarını ya da en azından asgari müştereklerde
buluşmalarını istemenin mesnetsiz bir arzudan öteye gitmeyeceği şüphesizdir.
İçinde bulunduğumuz ortamı biraz
ti’ye alacak olursak, aslında kısa vadede ülke sorunlarını hasır altı edebilecek
pekçok yöntem vardır. En basiti Başbakanlarımız ülke sorunlarını çözmek
yerine(?) kendilerine ayrılan gizli ödeneklerden futbol kulüplerine milyarları
akıtıp Romaryoları, Zidanları getirtsinler. Takımlarımız Avrupa kupalarında
şöyle usturuplu bir iki zafer kazansınlar. İnanın ülkenin en azından dörtte üçü
için her şey çözülmüş olur! |